Gülüm Aile Çay Bahçesi
Ülkeler dolaştım. Yeni kentler gördüm, büyük savaşlardan arda kalan. Yalnızca turist gözüyle bakanların sığ kahkahalarına şahitlik ettim. Sonra bir kadına sarıldım, evime varmış gibi, evimde huzurla uyur gibi, ev gibi. Evde uyandım sandım kiralık odalarda. İçimi bir ürperme kapladı, yeniden kadına sarıldım, evime sığınır gibi. Kadın saçlarımı okşadı. Yüzüme baktı. Yüzümün göçe dair tüm izleri silindi birdenbire, koştum aynaya baktım,gençleştim diye bir çığlık bile kopardım. Martıları havalandı kentin, kumsala uzanıp onları izledim, büyük yeşil ekşi bir elmadan kocaman bir ısırık almış gibi, gülümsedim.
Bal kabağına dönüşme hikayesini herkes bilir elbette. Sabaha karşı uçak seslerinin odalarına dolduğu bir otelde, uyanıverdim birdenbire. Birdenbire oluyor bu hayatta ne oluyorsa. Koştum hemen aynaya, yüzüme baktım, göç yaralarının izleri birdenbire geri döndü birdenbire evsiz kaldım o otel odasında birdenbire, büyük bir okyanus çekilmiş gibi bir boşluk, göğsümün orta yerine geldi, çöreklendi.
Şimdi gecelerin çekilip yerini alaca bir uykusuzluğun aldığı kuzey kentindeyim. Buraya geri mi döndüm yoksa zaten burada mıydım hep, bütün o şen vakitler sayfiyeye gitmiş bir yolcunun ağaç altı gölgeliğinde gördüğü ikindi rüyasından mı ibaretti, bilmiyorum. Hiçbir şeyi bilmiyorum. Birdenbire uyandım bu kentte. Bildiğim yalnız bundan ibaret. Birdenbire yalnızlığa.
Size şimdi bir tufandan bahsedecek değilim.
Size Karaköy’den bahsedebilirim ama. Benim, bütün sokaklarını berrak bir çocukluk hatırası gibi bildiğim, Karaköy’den.
O vakitler, hınca hınç doluşmamıştı sokaklarına insanlar. Elleri ceplerinde bir ıslıkla yürüyebiliyordum pek ala ve selam verdiğim, yüzüme aşina yüzler oluyordu köşeyi döndüğümde. Kış akşamlarında Muhit’e varıp, zencefilli çay içiyor, gelecek günlere dair kocaman laflar ediyordum. Çünkü gençtim ve dibi dünyanın en kalabalık mezarlığına dönüşmüş o nehirden bihaberdim. O zamanlar, bunca ülkeyi göreceğimi, onlarca şehrin sokaklarında dillerini bilmediğim insanların yanlarından geçeceğimi ve nihayetinde dönecek bir evimin olmayacağını, tahayyül etmemiştim. Karaköy İskelesi’nde yan yana çektirdiğimiz fotoğrafın, o vakit, son fotoğrafımız olacağını da.
Fakat her şey birdenbire oldu. Bir benzinlikte boğazımdan geçmeyen kaşarlı bir tost bir bardak çay ve bir paket sigara duruyordu masanün üstünde. Mühürlenmişti ağzım bir sessizlik içinde. Birazdan bir araba gelecek ve beni nehre doğru götürecekti. Sonrası muamma. Öncesi, yaşanamamış bir hayat. ‘Beni unutma’ bile diyemedim kimseye giderken. Bir sırt çantası, vedalaşılamamış onlarca insan ve çok sigara içmekten artık varlığı manasını yitirmiş dişleriyle karşımda duran bir adam. Adam, hadi, gidiyoruz dedi, nehre doğru, yani ilkgençliğimin, çocukluk düşlerimin, bütün sokaklarını bildiğim Pera’nın, gece yarısı sinema çıkışı yakalandığım yağmurların, Mitanni’de uyukladığım jazz akşmalarının, Yeşilköy’ün çiçek isimlerinden ardışık sokaklarının, Roma dondurmacısının, Kuzguncuk’taki sabahçı kahvesinin, Nişantaş’tan Beşiktaş’a inen yolda ceplerime doldurduğum Didem Madak şiirlerinin, Küçük Ayasofya’nın avlusunda ruhumu aradığım öğle sonralarının, çıplak ayak Florya sahilinde koşmalarımızın, inip kalkan uçaklara bakıp kurduğumuz düşlerin, hepsinin sona erdiği yere, nehre.
Şİmdi, nehrin hangi tarafındayım, bilmiyorum.
Berlin Duvarı’na bakıp öyle demişti adam, ‘Bazı vakit duvarın hangi tarafında olduğumu anlayamıyorum’
Anlaşılmayacak bir şey yok aslında. Duvarın, nehrin, denizin ve göğün, varolmamış yanındayız hepsi bu.
Tufandan ve dağılan bayat un kurabiyelerinden de bahis açabilirdim şimdi. Fakat çok kez tekrar ettim o sayıklamaları. Çok kez uyandım uykumdan, çok kez tanıdık kabuslardan, yeni ve tanıdık bir yarayla.
Biraz önce yan odada bir mültecinin doğum gününü kutladılar. Mumlara üfleyip iyi temennilerde bulundular. Onlara bakarken içimde o nehrin bıraktığı yara, kanamaya başladı yeniden. Balkona çıktım. Gözümün görmediği bir uzaklıkta çocukluğuma doğru döndüm yüzümü. Bisikletten düşüp yaramı annemden gizlediğim geldi hatırıma. Ve daha nicesi.
Şimdi burada oturup, binlerce hikaye anlatabilirim, yürüdüğüm sokaklara dair. İstiklal Caddesi’nde kocaman eski bir kamerayla kısa film çekmeye çalıştığım komik akşamı, Tünel’e doğru gizlenmiş Gülüm Aile Çay Bahçesi’nde, günler boyu birbaşıma oturup okuduğum kitapları, Karaköy Lokantası’nda masaya saçılan en berbat çocukluk anılarını, Rumeli Hisarı’nın arkasında, kimseye söylemediğim o tepeyi kendime ağlama duvarı seçtiğimi, yağmurlu çarşamba günleri Garipçe kalesinde uyumaya gittiğimi, Balat’taki Naftalin Cafe’nin sahibi o sarışın kadının her gittiğimde hiç sormadan Süryani kahvesi ikram ettiğini ve kedilerini severken hikayeler anlattığını, bazı kederli hikayelerde yüzünü eğip masanın üzerindeki dantel işlemelerinde parmağını gezdirdiğini, Kariye müzesinin hemen yanında rutubetli bir giriş katında senaryolar yazıp bir gün bir film çekebileceğime dair kurduğum düşleri, işten çıkarılınca sokakta ağlamaktan utanıp çamlıca mezarlığında tanımadığım bir kadının mezarı başında çocuk gibi ağladığımı, bütün nehirlerden ve ülkelerden sonra artık insanlara sarılırken kendimi tedirgin hissettiğimi, Moda’da yasemin kokan bir yaz akşamı, sevinçle koşup çocukluk arkadaşıma sarıldığımı, karşıdan karşıya geçerken araba çarpınca ambulansla Bakırköy Devlet Hastanesi’ne yetiştirildiğimi, yıllar sonra yine aynı hastanenin bahçesinde firari yüzümle ankesörlü telefondan birilerine ulaşmaya çalıştığımı, kederimi örtsün diye hastane bahçesindeki kedilerin yanına yattığımı, bir binanın 22.katında geceler ve günler boyunca polis sirenlerinden gizlendiğimi, ölmekten korktuğumu ve daha nicesini..
Fakat şimdi, gecelerin bir müddettliğine eteklerini toplayıp çekildiği, dünyanın geri kalanından çok uzaktaki, cebimdeki adreslerden ümidimi bütün bütün yitirdiğim, o kuzey kentindeyim. — Bu kentte beni kimse beklemiyor.